TURİZM VE OTELCİLİK PORTALI

Anadolu Tarihi

Yazar on Eki 4th, 2008

 

TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDAN OSMANLI DÖNEMİ SONUNA KADAR

Paleolitik Çağ (M.Ö. 600.000-8000)

İnsanın yavaş yavaş gelişmeye başladığı bu ilk uygarlık çağı Buzul Devri’ne rastladı. Yarım milyon yılı aşan bu uzun devre boyunca insan henüz üretime geçmemiş olup, doğada buldukları ile geçinen mağara ve ağaç kavuklarında barınan doğadaki taşlardan avlanma aletleri yapan ilkel bir durumdadır.Buzul Dönemi’nin izlerini Anadolu’da da bulmak mümkündür. Antalya çevresindeki Karain, Beldibi ve Belbaşı Mağaraları bu dönemin sonlarında (M.Ö 20.000-8000) kullanılmışlardır. Karain, Beldibi ve Belbaşı’nda bulunan eserlerin bir kısmı Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Karain Müzesi’nde sergilenmektedir.

Neolitik Çağ (M.Ö. 8000-5000)

İnsanoğlu bundan 40 bin yıl önce, bugünkü fizik yeteneklerine ulaşmaya başladığı ve ateş yakmasını da öğrendiği halde uygar denebilecek duruma ancak on iki bin yıl önce yerleşik hayat şekline geçmesiyle ulaşabilmiştir. Yerleşik olmak insana mal ve zahire biriktirme imkanları sağladı. Dünyanın bir çok yerinde bu çağdan kalma küçük yerleşmeler gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan en ileri düzeyde olan ikisi Orta Anadolu’da Konya dolaylarındaki Çatalhöyük yerleşmeleridir. Çatalhöyük’te insanoğlu daha M.Ö. 7. ve 6. binlerde duvarları renkli resim ve renkli kabartmalarla kaplı kerpiçten evlerde oturuyor, odalarını pişmiş topraktan renkli vazolar ve heykelciklerle süslüyordu. Heykelciklerin büyük bir bölümü çıplak bir tanrı kadını, toprak anayı, tasvir etmektedir. Duvarcılar ve çeşitli meslek erbabı obsidyandan yapılmış aletleri kullanıyorlardı, çiftçiler öküzlerle sürdükleri tarlalarda buğday, arpa ve mercimek yetiştiriyorlardı. İş adamlarının pişmiş topraktan mühürleri, kadınların cilalanmış obsidienden aynaları vardı.

Çatalhöyüklüler’in sofralarında ekmek, sebze ve meyveden başka keçi ve koyun eti de yer alıyordu. Evlerini, evcil hale getirdikleri köpekler koruyordu. Bu evlerden birinin duvarında patlama halinde bir yanardağın, muhtemelen Hasan Dağı’nın tasviri bulunuyordu. Bu eser, sanat tarihinin bu güne kadar bilinen en eski manzara (paysage) resmi olup, sözü edilen öteki buluntularla Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Müzede ayrıca evlerden birisinin “kült odası” orjinal şekline yakın hali ile yer almaktadır.

Kalkolitik Çağ (M.Ö. 5000-3000)

Kalkolitik Çağ’da, yani Maden – Taş çağında, Anadolu bir duraklama dönemi geçirir. Bu iki bin yıl içinde de güzel keramik örneklerine rastlanırsa da Mısır ve Mezopotamya yanında Anadolu artık geri kalmış bir ülkedir.

Tunç Çağı (M.Ö.3000-2000)

Bakır, çinko ve kalayın karışımı ile elde edilen tunçtan eserlerin ortaya çıktığı çağda Anadolu bir ölçüde olsun canlanmaya başlar. Troia II yerleşmesi erken Tunç Çağı’nın (M.Ö. 3000-2500) Anadolu’daki en parlak merkezidir; ancak Mısır’da ve Mezopotamya’da yazının kullanıldığı bir dönemde Anadolu hâlâ geri kalmış durumdadır.

Anadolu 2500 yılı bulan bir duraklamadan sonra ilk önce Orta Tunç Çağı’nda (M.Ö. 2500-2000) yeniden gelişmeye başlar. Her ne denli yazı kullanmıyorlarsa da Orta ve Güneydoğu Anadolu’daki Hatti Uygarlığı ile kuzeybatı Anadolu’daki Troia II yerleşmesi dünya medeniyetinde müstesna bir yer alırlar.

HATTİ UYGARLlĞl (M.Ö. 2500 – 2000)

Hitit metinlerinde kalıntılarına rastladığımız Hatti dili kendine öz bir yapıya sahip olup, kendisi ile çağdaş olan dillerden hiç biriyle benzerlik göstermez.

Hattiler Mezopotamya etkileri taşımakla birlikte sanat ve genellikle maddi kültür yönünden güçlü bir özgünlük gösterirler. Din, töre, mitoloji ve sanat bakımından büyük bir varlık sergileyen Hattilerin etkileri Anadolu’da iki bin yıla yakın bir süre boyunca yaşamıştır. Nitekim Anadolu M.Ö. 2500 – 700 tarihleri arasında bütün komşuları tarafından hep Hatti ülkesi adı ile anılmıştır. Yine bu nedenle Indo-Avrupa kökenli Hititler de bütün tarihleri boyunca yazılı kaynaklarında Anadolu’yu Hatti Ülkesi olarak anmışlardır. Eski Testament’deki Cheta (Kheta) ile de Anadolu’da oturan halkın kastedildiği sonradan, bu yüzyılın basında Boğazköy tabletlerinin keşfinden ve okunmasından sonra anlaşıldı.

Hatti ülkesi küçük beyliklerden oluşmakta idi. Aynı zamanda en yüksek rahip sıfatını da taşıyan bu kralcıklar çok özgün sanat eserlerinin meydana gelmesini sağlamışlardır. Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar gibi Kızılırmak kavsi içindeki bölgelerde bulunmuş olan bu eserler hayvan şeklindeki tanrıları; boğalar fırtına tanrısını; geyikler onun karısı olan tanrı kadın Vuruşemu’yu; kral standartları ise evreni (Universium’u) tasvir etmektedirler. Çoğunlukla bir çift öküz boynuzu üstünde duran bu evren sembolü, Türkiye’de hâlâ yaşayan bir masalın “Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur ve öküz başını salladığında deprem olur” biçimindeki inancın kaynağı olmak gerektir.

TROİA II YERLEŞMESİ (M.Ö. 2500- 2000)

Orta tunç çağının Anadolu’daki ikinci büyük kültür merkezini yukarıda da Söylediğimiz gibi Çanakkale’deki Troia 2 yerleşmesi oluşturmaktadır. Troia’yı ilk kazan Schliemann’ın burada bulduğu ve yanlışlıkla Priamos’un hazinesi adını verdiği altından kaplar ve çeşitli ziynet eşyasından oluşup, Berlin Müzesi’ne götürülmüş olan eşsiz eserler ne yazık ki II. Dünya Savaşı’nda ortadan yok olmuşlardır. Bugün bu ünlü hazineden sadece İstanbul Müzesinde küçük fakat çok önemli bir bölüm kalmıştır. Ancak yitirilen altın kapların çok güzel galvanize kopyaları mevcuttur.

H. Schliemann yaptığı kazılar sırasında Troia II ‘yi büyük ölçüde tahrip etmiş olmakla birlikte bugün kazı yerinde bu yerleşmenin giriş rampası ve kent duvarı ile büyük megaronların bir bölümü ayakta durmaktadır.

HATTİ – HİTİT BEYLİKLER DÖNEMİ ( M.Ö 2000 – 1750 )

M.Ö. üçüncü binin sonlarında Kuzey Avrupa’dan sıcak ülkelere doğru olagelen Indoavrupalı kavimlerin büyük göçü sırasında aynı kökten olan Hititler, Kafkasya üzerinden Anadolu’ya geldiler. Ancak Hitit kabilelerinin bu göçü, istiladan çok sızma yolu ile gelişti. O dönemlerde Hatti beyliklerinin egemenliğinde olan Anadolu’da M.Ö. 2. binin ilk çeyreğinde Indoavrupalı kökenli beyliklerin de birdenbire yer aldığını görüyoruz. Giderek Hitit beylikleri çoğalmış ve böylece 1750 sıralarında Anadolu dışardan gelen Hititlerin eline geçerek Hitit Devleti kurulmuştur.

HİTİT DEVLETİ M.Ö 1750-1200

Yukarıda anlatıldığı üzere Anadolu’ya M.Ö 2000 tarihlerinde gelen Hint Avrupalı Hititler 1750 tarihlerinde ilk krallıklarını 2. bin ortalarında ise Hitit Büyük Krallığı’nı (Hitit İmparatorluğnu) kurdular.

Hititler M.Ö 15 ve 14. yüzyıllarda yakın doğunun en büyük devletlerinden birini oluşturuyorlardı 13. yüzyılda ise dünya egemenliğini Mısır İle paylaşıyorlardı.

M.Ö 1875′te Hititlerle Mısırlılar arasında Kadeş’te yapılan büyük savaşta Hitit kralı Muvattalli o çağın en güçlü vurucu silahı olan atlı savaş arabalarından 3500 tane kullanarak rakip orduyu bozguna uğrattı. Hattuşili 4 ile Ramses 2 arasında imzalanan muahedenin Hititce metni İstanbul arkeoleji müzesinde sergilenmektedir. Bu belge Dünya tarihinin iki büyük devlet arasında aktedilmiş ilk politik antlaşmasıdır.

Hititlerin ilk merkezlerinden biri olan Kaneş’te (Kayseri yakınındaki Kültepe’de) M.Ö 18. yy da çivi yazısı kullanılmakta idi . Ayrıca halkın anlaması için kendi icatları olan hieroglifleri, yani resimli yazıları da vardı. Böylece Anadolu’da tarihi çağ Mısır ve Mezopotamya’dan 1000 yıl sonra, ilk önce Hititlilerle başlamış bulunuyordu.

Yukarıda Hatti bölümünde Hititlerin Mezopotamyalılar gibi Anadolu’yu “Hatti ülkesi” adı ile andıklarını ve eski Testamente de zikredilen Khetaların da bu Hatti adında geldiğini söylemiştik. Hitit dilinin çözülmesi sırasında filologlar hep Hatti adına rastladıkları için Hint-Avrupa kökenli olan ve aslında Nesi’ler denmesi gereken bu kavme, eski Testamenteki deyişten de esinlenerek yanlışlıkla Hitit adını taktılar. Hititlere İngilizce “The Hitites” Almancada “die Hethister”, Fransızcada “Les Hitites” , İtalyancada ” Gli ititi ” denmektedir. Türkçede önceleri “Eti” sözcüğü kullanılıyordu. Şimdi ise Hitit tabiri yerleşmiş bulunmaktadır.

Hititler, din, mitoloji, töre, örf ve adet ile kültür ve sanatın bütün alanlarında Hattilerin etkisi altında kalmışlar; birçok tanrı adı ile ırmak ve kent adlarını da Hattilerden almışlardır. Örneğin Hitit başkenti Hattuşa’nın aslı Hattice olup Hattuş’tan gelmektedir. 4 büyük Hitit kralının adı olan Hattuşili de aynı kökten kaynaklanmaktadır.

Büyük oranda Hatti ve Mezopotamya etkileri taşıdığı halde Hitit kültürü kendine has ilginç bir karakter sergiler. Tapınakları, özgün bir nitelikte olup, “kent duvarları ise düşmana saldırı imkanına sahip bir savunma sistemi oluşturmaları bakımından Dünya’da eşsizdirler. Hitit figüratif sanatı da İkonografi bakımından Mezopotamya etkileri göstermekle birlikte orijinal ve ilginç bir sitil yaratmıştır.

Hitit ülkesi yakın şarkta kadını önemli sosyal haklara sahip olduğu ve insan haklarının büyük ölçüde yasa güvencesi altında bulunduğu tek memleketti.

HURRİ UYGARLIĞI

Aşağı yukarı Hititlerle çağdaş olarak Doğu Anadolu’da egemen olan ve Hintli bir krallık ailesi tarafından idare edilen Mitanniler Hurrice konuşuyorlardı. Kendi başına bir tür oluşturan bu dil daha sonra adlarına 13. Yüzyılın ilk yarısından beri rastlanan Urartular (M.Ö 900-600) tarafından da kullanılmıştır. Hititler 13. yüzyılda da büyük ölçüde Hurri etkisinde kalmıştır.

Troia 6 Uygarlığı (M.Ö. 1800 – 1275 )

Hitit büyük krallığı ile çağdaş ve üstün düzeyde bir krallık da Çanakkale’de Troia 6 uygarlığını geliştirmiştir. Myken’lerle akraba olan bu kavmin meydana getirdiği yerleşme Homeros’un Ilias destanına sahne olan Ilion kentdir. Troia 6′nın kent duvarı ve megaronları çok iyi korunmuş olup, Türkiye’nin en değerli ziyaret yerlerinden birini oluştururlar. Troia kazılarında bulunan önemli keramik eserler İstanbul Arkeoloji Müzelesi’nde sergilenmektedir.

“Ege Göçü” ve Balkan halklarının Anadolu’yu istilası ( MÖ 1200)
MÖ 1200 tarihlerinde olagelen büyük “Ege Göçü” sonu Balkanlardan gelen Indoavrupalı kavimler önce Troia 6′yı sonra Hattuşa’yı tahrib ederek bu iki özgün kültürlü devletin ortadan kalkmalarına neden olmuşlardır. M.Ö. 1200 den sonra yazı da kullanılmaktan çıkmış, Anadolu bölge bölge 300-400 yıl boyunca kültürden yoksun fakir bir seviyeye düşmüştür. Troia 7b1 bölümde de bulunan elle yapılmış kaba keramikle Troia 7b2′de ele geçen Buckelkeramik söz konusu Balkan kavimlerine ait olup İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.

O. birinci binin ilk yarısında küçük Anadolu Devletleri M.Ö. 2. Binin ilk çeyreğinde olduğu gibi demir çağında da (M.Ö. 1200-700 ) Anadolu yarımadası çeşitli topluluklara ait büyüklü küçüklü beyliklerin idaresinde idi. Güneydoğu Anadolu’da kısmen Suriye’de olmak üzere Geç Hititler, Doğu Anadolu’da Hurrilerin devamı olan Urartular, Orta Anadolu’da ise Frygler, Lydialılar ve Güneybatı Anadolu’da Kanalılar, ve Lykialılar üstün değerde uygarlıklar kurmuşlardır.

Geç Hitit Beylikleri ( M.Ö. 1200 – 700 )

Güneydoğu Anadolu’da ve bugünkü kuzey Suriye’de yerleşik olan Geç Hititler büyük oranda Anadolu Hitit kültürünü sürdürmüşlerdir. Giderek Babil, Asur, Aram ve Fenike etkisine girmiş olan Geç Hititler özellikle 8. ve 7. Yüzyıllarda henüz gelişme yolundaki Hellen sanatına büyük ölçüde etkili olmuşlardır.

Urartu Uygarlığı ( M.Ö. 900-600)

Doğu Anadolu’da Van bölgesinde ve İran’la bugünkü Rusya’da yerleşik olan Urartular Sami, Hint avrupa ve Hatti dilinden de başka bir dil olan Hurrice’nin bir lehçesini konuşuyorlardı. Krallıkları 8. yüzyılın ortalarında kısa bir süre için Suriye kıyılarına dayanan Urartular özellikle maden işçiliğinde ileri bir düzeyde idiler. Urartu tunç eserleri Frygia ile Etrüsk kentlerinde bulunmuştur.

FRİGYA UYGARLIĞI (M.Ö 750 – 300)

Frigler Troya 6′nın tahribinden sonra Anadolu’ya gelen Balkan kökenli kavimlerden biridir. Ancak siyasal bir topluluk olarak ilk defa M.Ö 750′den sonra ortaya çıkmışlar, Midas döneminde ise ( M.Ö 725 – 675 ) bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen güçlü bir Krallık seviyesine ulaşmışlardır. Frigyalılar kısa bir süre içinde Anadolulaşmışlar ve büyük oranda Geç Hitit ve Hellen etkileri altında kalmış olmakla birlikte özgün bir kültür oluşturmuşlardır. Friglerin maden ve ağaç işçiliğinde, dokumacılıkta yarattıkları eserler Helen dünyasına örneklik yapmıştır. Frigler Helenlere ayrıca müzik alanında esinlenme kaynağı olmuşlardır.

LİDYA UYGARLIĞI (M.Ö 700 – 300 )

Lidyalıların dili Hint Avrupa kökenli olmakla birlikte M.Ö 2. binden önceki yerli Anadolu dillerinin unsurlarımda taşır M.Ö 7. yüzyılda İon kentlerine zaman zaman egemen olmuşlarsa da büyük ölçüde Helen kültürünün etkisi altında kalmışlardır. Böyle olmakla birlikte yapı işçiliğinde ise onlara örnek olmuşlardır.

KARYA & LİKYA UYGARLIKLARI (M.Ö 700 – 300)

Lidyalılar gibi Karya ve Likyalılar da büyük ölçüde eski Anadolu dillerinden unsurlar taşıyan ancak Hint Avrupalı olan bir lehçe konuşuyorlardı. Karyalılar hakkındaki bilgimiz çok azdır. Buna karşılık Likyalıların Güney Batı Anadolu’da sağlam olarak ayakta duran fevkalade güzellikteki kaya mezarları, Türkiye’nin en göz alıcı anıtları arasında yer alırlar.

İON UYGARLIĞI (M.Ö 1050 – 300)

Eski İzmir kazılarının ortaya koyduğuna göre İon kentleri 1050 sıralarında kurulmuşlardır. 300 yıl boyunca ilkel bir düzeyde tarımcı topluluklar olarak yaşayan İonlar, 8. yüzyılın ikinci yarısında Mısır, Fenike, Asur ve Hitit merkezlerinin etkileri ile gelişmeye başlamışlar, ancak parlak dönemlerinin M.Ö 650 – 545 yıllarında idrak etmişlerdir.

İonların Dünya tarihindeki önemleri özgür düşünce ile özgür bilimsel araştırmanın ilk önce onların kurdukları kentlerde doğmuş olmasından ileri gelmektedir. Özellikle Miletos kentinde doğan filozofları, doğayı ve doğa olaylarını dinsel kurallardan ve boş (batıl) inançlardan sıyrılmış bir davranışla araştırmaya başladılar. Annesi Helen, babası Karyalı Hexamyes olan doğa filozofu Thales başta olmak üzere Anaximondros ve Anaximenes gibi düşünürler. Mısır ve Mezopotamyadan öğrendikleri bilgilere dayanarak bu yeni özgür davranışla, felsefe, matematik, geometri ve astronomi gibi müspet ilimlerin İlk temellerini attılar. Mısır’ı ve Mezopotamya’yı gezmiş olan Thales, o ülkelerde elde ettiği bilgilerle dünya’da ilk defa bir doğa olayını, M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde olagelen güneş tutulmasını, önceden hesap etti. Bu bilimsel tespit ilk adım oldu: İslâm dünyasında Arap, İran ve Türklerin M.S 9. ve 12. yüzyıllarda geliştirdikleri ilk Rönesans hareketiyle gelişti. Daha sonra Avrupa’da Rönesans çağında ve özellikle l9. ve 20. yüzyıllarda oluşturulan, nihayet Ay’a insan gönderme başarısına kadar uzanan bilimsel araştırmaların ilk adımı oldu.

Bu çağda İonia, şiir ve sanat alanında da Dünya’nın bir numaralı merkezi idi. Gerçekten Efesos’daki 55 x 110 metre boyutlarındaki Artemis tapınağı Dünya’da ilk defa olmak üzere tamamıyla mermerden inşa edili, İon mimarlık düzeni Atina’ya da geçmiş ve sonraları Avrupa’nın ve Amerika’nın çeşitli dönemlerde tekrar etmekten zevk aldığı bir mimarlık düzeni olarak 20. yüzyıl başlarına kadar yaşamıştır.

İon mimarlığının güzel ve iyi korunmuş kalıntıları bugün, Bergama, Sardis, Efes, Priene, Miletos, Didyma, Afhrodisias ve Aizanoi gibi eski kentlerde bütün güzellikleri ile ayakta durmaktadır. İon sanatının heykelleri de Türk müzelerinde korunmaktadır. İon vazoculuğu, Yunanistan’daki yaratıların yanında ikinci plânda kalırsa da taşıdıkları cana yakın mizah üslubu bakımından eşsizdirler.

PERS EGEMENLİĞİ (M.Ö 545 – 383)

Anadolu 6. yy’ın ortasından Büyük İskender’in Anadolu’ya gelişi ve Dara’yı 333 tarihinde İssos da yenmesine değin, İran egemenliği altında kalmıştır. İranlıların bütün Anadolu’yu ele geçirmeleri sonunda İon uygarlığının dünyadaki öncülüğü son bulmuştur. Ancak bazı İran satraplarının bağımsız krallar gibi hareket etmeleri nedeniyle M.Ö 5. yy Sonunda ve 4. yy da özellikle “aryada, Likya’da ve Propontis de dünya çapında eserler meydana gelmiştir. Bunların en önemlileri Xanthos’daki Nereidler anıtı ile Bodrum’daki Maussoleum idi. Her iki anıtın mimarlık ve heykel eserleri şimdi büyük ölçüde British Museum da olmakla birlikte Bodrum’da da bazı buluntular mevcuttur.

HELLENİSTİK ÇAĞ (M.Ö 333 – 30 )

Büyük İskender’in Anadolu’yu İranlıların alinden alıp Hellen kentlerine bağımsızlıklarını kazandırması ile Yarımada yeniden dünya sanatında ön sırada yer aldı. Gerçekten, Assos, Bergama, Magnesia, Efes, Tralleis ( Aydın ) Miletos ve Didyma gibi kentler yine ön plana geçti ve burada yaratılan mimarlık eserleri büyük ölçüde Roma sanatına da etkili oldu.

ROMA ÇAĞI ( M.Ö 30-M.S 395 )

Romalılar tuğlaları harçla birbirlerine bağlama (perçinleme) yöntemini geliştirerek inşa ettikleri kemerler, tonozlar ve kubbeler sayesinde geniş hacimli yapılar ortaya koymuşlar ve böylece tarihin ilk büyük mühendislik eserlerini yaratmışlardır. İlk önemli eserler Roma da geliştirilmiş olmakla birlikte, Anadolu da kısa sürede yeni inşa yönteminin büyük bir başarı ile uygulandığı ülke oldu. Batı ve Güney Anadolu’da olduğu gibi Yarımadanın içlerindeki birçok yerde de bayındır kentler gelişti. Bu kentlerin hepsinde Agora, Belediye binası, Gymnasium, Stadium, Tiyatro, Hamamlar ve Çeşmeler gibi birçoğu mermerden yapılmış olan anıtsal yapılar yer alıyordu. Yollar da mermer plakalarla döşeliydi ve iki yanlarında sütunlu revaklar bulunuyordu. Böylece kentliler yazın güneşten ve tozdan, kışın soğuktan ve çamurdan korunuyorlardı. Yarımadanın bütün bölgeleri sağlam ve iyi bakımlı yollar taş köprülerle birbirine bağlanmıştı. Tarihte ilk kez olmak üzere yollarda mesafeleri gösteren mil taşları da vardı. Özellikle M.S 2. yüzyıl süresince Anadolu dünyanın en bayındır ülkelerinden biri idi ve kentlerinin konforu ve güzelliği yönünden Roma ile boy ölçüşecek seviyeye ulaşmıştı. Batı ve Güney Anadolu’da bugün düzinelerce ören yeri Roma çağındaki durumları ile korunmuş olup, ziyaretçilerin hayranlıklarını çekmektedirler.

BİZANS UYGARLIĞI (M.S. 330 – 1453 )

Bizans sanatı Roma dönemi sonunda Anadolu’da doğdu. Yarımadanın kentlerinde M.S. 3. yüzyıl bitiminde Roma sanatı heykelcilikte ve mimari süslemede yozlaşma evresine girdiği sırada erken Hıristiyanlık ustaları ona canlılık ve yeni bir anlam kazandırdılar. Diyebiliriz ki, erken Hıristiyan ve Bizans eserleri geç Roma Sanatının bir tür expressonist yorumudur. Mimarlıkta ise mekan sorunu bakımından Erken Hıristiyan ve Bizans sanatı Dünya tarihinde yeni bir aşama ve gelişmedir.

Anadolu’da Sardis, Efes, Aphrodisias, Hierapolis, Side, Perge, Antakya gibi kentlerde belirmeye başlayan bu yeni Stil akımının geliştiği ve olgunluğa ulaştığı merkez, İmparator Konstantin tarafından M.S. 330 sıralarında kurulmuş olan Konstantinopolis kenti, bugünkü İstanbul oldu
Konstantinopolis M.5 330 – 565 tarihleri arasında iki buçuk yüzyıl boyunca dünyanın en önemli kültür ve sanat merkezi durumuna gelmiştir. Erken Hıristiyanlık uygarlığı en parlak dönemini İmparator Justinian (M.S. 527 – 565) devrinde yaşanmıştır. Merkezi kubbeli bir bazilika olan Aya Sofya (M.S 532 – 539) Bizans sanatının şaheseri olup Dünya tarihinin en ünlü ve en önemli eserlerinden biridir.

Aya İrini kilisesi (M.S. 6. ve 8. yy ) Efes’deki St. John bazilikası (Justinian dönemi) ile Maria kilisesi ( M.S. 4. ve 6. yy ) Güney Anadoluki Alahan kilisesi ( M.S. 5 ve 6 yy ) Bizans dinsel yapılarının en önemlileri ve en iyi korunmuş olanlarıdır. İstanbul’daki Fethiye Cami yani St. Mari Pammakaristos (M.S. 1310) Kariye cami yani Chora kilisesi geç Bizans döneminin hem en iyi korunmuş hem de en güzel temsilcileri arasında yer alırlar. Bu yapılardaki çok kubbeli örtü ile 3 kat kemerden oluşan duvarların birbirleriyle kaynaşması çok uyumludur.

İstanbul’daki Tekfur ve Laskaris saraylarının hala ayakta duran bir bölüm kalıntıları ile yer yer güzel korunmuş olan kent duvarı çok renkli tuğla işçilikleri ile göz alıcı bir görünüş sergilerler.

Sultan Ahmet’deki büyük Sarayın yer mozaikleri Aya Sofya, Fethiye ve Chora kiliselerindeki duvar mozaikleri, yüksek nitelikte ve essiz güzelliktedir . Güney Anadolu’da Finike yakınında bulunmuş olan gümüş kaplar, daha başka gümüş ve altın eserler Bizans kuyumculuğunun ne denli yüksek bir düzeyde olduğunun kanıtıdırlar.

SELÇUKLU UYGARLIĞI (M.S. 1071 – 1300)

Tarihte Anadolu’yu bütünü İle ilk iskân edenler, Türkler olmuştur. Hititler, Frigyalılar ve Yunanlılar kendilerinden önceki öteki kavimler gibi Yarımadanın ancak bir bölümünde oturmuşlar, İranlılar ( M.Ö 543 – 333 ) ve daha sonra Romalılar ( M.O 30 M.5 395 ) Anadolu’nun bütününü ellerine geçirmişlerse de ülkede yerleşmemişler, politik idareleri altında bulundurmuşlardır.

Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan sürekli akınlarla ve göç yolu ile gelmişlerdir. Türkler hoşgörüye dayanan idareleriyle, büyük bir bölümü Hint Avrupa kökenli olan Anadolu halklarının sevgisini kazanmışlardır. Müslümanlığı kabul edenler Türk oluyor, böylece 1071′den başlayarak Türklerle yerliler kaynaşıyordu. Türkler bu nedenle ülkelerindeki eski uygarlıkları yalnız kendi millî varlıkları değil aynı zamanda bütün insanlığın ortak mirası olarak da kabul etmektedirler.

Selçuklular yukarıda İon uygarlığı bölümünde sözü edilen ve İslâm dünyası içinde M.S. 9 -12 yüzyılda oluşturulan ilk Rönesans hareketinin anlayışı İçinde yüksek düzeyde bir hoşgörü kültürü geliştirdiler. 13. yüzyılda Konya’da Mevlana Celaleddin Rumî, değeri özellikle çağımızda takdir edilen, modern ifadesiyle bir hümanist dünya görüşünü öğretiyor ve yazıyordu. Hemen her Selçuklu şehrinde bulunan büyük hastanelerde tıp, rasathanelerde astronomi üzerinde çalışmalar yapılıyordu.

Roma çağında olduğu gibi Selçuklular Anadolu’nun sıradağlarla ve değişik iklimlerle birbirlerinden ayrılmış olan bölgelerini sağlam, bakımlı yollar ve taş köprülerle bağlamışlardı. Üstelik ticaret kervanları Selçuk döneminde her biri göz alıcı güzel birer mimarlık eseri olan kervansaraylarda konaklayabiliyorlardı.

Selçuklular, Arap ve İran sanat ve kültüründen büyük ölçüde esinlenmekle birlikte kendilerine has orijinal bir uygarlık geliştirdiler. Selçuk sanatının özgünlüğünü anavatanlarından getirdikleri Orat Asya’lı öğeler oluşturmaktadır. Türbeler, Türk çadırının taş yapılara dönüştürülmüş anıtsal yorumudur. Çinicilik, maden ağaç işçiliği, minyatür sanatı önemli oranda Orat Asya etkileri taşır. Eğri yontma tekniği, kökeni İskitlere kadar giden bir Orta Asya çalışma yöntemidir.

Selçuklular kervansaraylarda olduğu gibi cami, türbe ve medrese yapılarına da Anadolu’nun iklimine uygun hacim ve mekanlar kazandırdılar. İran kökenli eyvanların yani anıtsal giriş kapılarının mimarlık süsleri Türk sanatının en cazip ve özgün yanlarından biridir.

Gerek bu yüksek giriş kapıları, gerekse onların süsleme öğeleri, Gotik kiliselerini anımsatırlar. Kuzey Avrupa’da görülen tuğlalarla inşa edilmiş Gotik mimarlık yapıları Selçuk kökenli olup, oralarda Haçlı seferleri sonunda moda olmuşlardır. Konya, Kayseri, Niğde, Sivas, Divriği, Amasya, Urfa, Malatya gibi şehirlerde bakılmaya doyulmayacak Selçuk yapıları bulunmaktadır. Selçuklu sanatı Anadolu’da, kendine has özellikleri yansıtan çini, ahşap, maden türlerinin Seçkin örnekleriyle yer almaktadır.’

OSMANLI DEVLETİ ( 1299- 1923)

Anadolu, İslam dünyasının altı yüzyıl boyunca önderliğini yapmış bulunan büyük Osmanlı imparatorluğunun güç kaynağını oluşturmuştu. Osmanlılar, Selçuklu Türklerinin kültürünü ve sanatını geliştirerek ona yeni boyutlar kazandırdılar. Mimarlık konusunda Bizans sanatından da esinlenerek yaptıkları yeni atılım ve aşamalarla sanat tarihine en özgün mimarilerden birini kazandırdılar.

Türk yapı sanatı Selçuklu dönemindeki dağınık hacimlerden toplu bir mekana doğru bir gelişme göstermiştir. Gerçekten Türk mimarlığında Konya’daki Selçuk medreseleri, Karatay ve ince minareli eserlerinden, Şehzade ve Selimiye camilerine kadar üç yüzyıl içinde adım adım toplu ve bir kubbe örtüsü altına alınmış yapı tipine doğru ilerleyen bir evrim geliştirilmiştir.

Bursa’daki Yeşil camide (1424) iki büyükçe kubbe altına toplanmıştır. Ne var ki bu iki kubbe arasında oldukça ağır bir duvarın bulunuşu iç alanı kesin olarak ikiye bölmüştür. Böyle olmakla birlikte ne de olsa bu çözüm mekan bütünlüğüne doğru atılan ilk adımdı. Nitekim bir süre sonra, İstanbul’da Rumî Mehmet Paşa Camii (1471) ile Çemberlitaş civarındaki Atik Ali Paşa Cami’nde (1497) güney yöndeki kubbe, yarım kubbeye çevrilerek Yeşil Cami’de görülen duvarlar kaldırılmış ve böylece birbirinden ayrık iki oda yerine, bir tek iç alan elde edilmiştir. Aslında bu yeni plânda iki kubbelik iç alan bir buçuk kubbelik iç alana inmiş, yani hacim küçülmüş, ancak buna karşılık mekan bütünlüğü sağlanmıştır. Bu ikinci önemli adımdı.

Sinan işbaşına geldiğinde Türk yapı sanatını bu gelişme çizgisinde buldu ve bu evrimi son aşamasına ulaştırdı. Bayezit Cami’nin biri güneyde, öteki kuzeyde olan iki yarım kubbesine karşılık Şehzade Cami’nde (1548) her dört yönde birer tane olmak üzere dört yarım kubbe görüyoruz. Böylece o güne kadar batı ve doğu yönlerde büyük kubbenin örtü alanı dışında kalmış olan bölümlerde aynı mekan bütünlüğü içine alınmış oldu.

Kendisinden sonra gelen Türk mimarlarının ele aldıkları cami tipine bakarsak, onların Şehzade’yi Sinan’ın en önemli eseri saydıklarını söyleyebiliriz. Çünkü, Sultan Ahmet (1616) Yeni Cami (1663) ve Fatih Cami (1771) gibi eserler Şehzade Cami’nin plân ve tip bakımından birer tekrarıdırlar. Böylece Sinan’ın çıraklık eseri, Türk mimarlığının klâsik örneği olmuştur. Ancak Süleymaniye ve Selimiye o kadar eşsiz ve bir defalık anıtlardır ki , onları kopya etmek gücünü hiçbir mimar göze alamamış ve mekan bütünlüğü bakımından güdülen amacı yeterince sağlayan Şehzade tipini örnek almayı tercih etmişlerdir.

Sinan, Selimiye ile merkezi yapı tipinin Dünyadaki en başarılı, en uyumlu örneğini ortaya koymuştur. Mimar Sinan’ın, Selimiye’de yapıyı taşıyan ayakları dörtten sekize çoğaltıp eserini dört yanlı olmaktan çıkarması ve onu her yönden aynı şekilde görünen bir anıt haline sokmuş olması eşsiz bir başarıdır. Sinan Şehzade ve Süleymaniye’de, bunu istediğince gerçekleştirememişti. Cami’ni dört minaresi de kitleler arasındaki uyumu destekliyorlar. Onlar kat kat aşağıya doğru genişleyen ve yayılan gövdenin meyilli ve yuvarlak kitlelerini destek ayakları üzerindeki küçük kubbeciklerle birlikte toplayarak göklere çıkarır gibidirler. Selimiye iç ve dış görünüşündeki uyum mükemmelliği, göklere uzanan güzel ve etkili silueti ile Türk yapı sanatının doruğunda ve başlıca dünya şaheserlerinin arasında yer almaktadır.

Osmanlı mimaları, türbe medrese, kütüphane, köşk, konak, saray, hamam, iş hanı ve özellikle su kemeri ve köprü inşasında hem mimarlık hem de mühendislik bakımından eşsiz eserler ortaya koyuyordu. Yalılar dünya sanatının en cazip yapıları arasında yer alırlar.
Osmanlı minyatür sanatı, işlediği günlük ve tarihi konular bakımından öteki şark minyatürcülüğünden değişik bir anlam taşır.

Yorum Yapın

Önemli not : Yorumunuz denetim için bekliyor.. Yazıya uygun olmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.